KABİR EHLİ
İnsanın cesedi yani cismâniyeti ayrı şeydir, ruh ayrı şeydir, Kudsî ruh ayrı şeydir, ruhâniyet ayrı şeydir, lâtifeler de ayrı şeydir. Bunların her birinin hârikulâde büyük vazifeleri vardır. Mükerrem olarak yaratıldığı içindir ki, insana bu lütuflar bir ikram ve ihsan olarak bahşedilmiştir.
Cismâniyet; nefis ve ruhun birleştiği bir binadır. Bu binanın içinde ulvî ve süflî kuvvetler vardır, ayrı ayrı mücadeleleri bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik." buyuruyor. (A'raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi "Ahsen-i takvim" olan insan şekline koyduk.
Bu öyle bir cismâniyet ki, kâinatta yarattığı her şeyi o cismin içine sığdırmıştır.
Daha sonra ruh verilerek yaratılış kemâle ermiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruyor. (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ulvî ruh, şekillendirilmiş balçığa inince her tarafına sirayet etti, cesette hayat ve hareket başladı. O basit gibi görünen cesede o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de buyurur ki:
"De ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu cesedi meydana getirmiş ve insanı en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle getirmiştir.
Kudsî ruh'a gelince; Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler ayrıdır. Onlar kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullardır. Kimin kalbine imanı yazarsa, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
"Allah'ım! Onu Kudsî ruh'la destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)
Kudsî ruh'la desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Bu ilâhî beyan ispat için size yeter.
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil Aleyhisselâm ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Resulullah Aleyhisselâm böyle olduğu gibi, onun vekili de işte böyle destekleniyor. Ona verilenden ona da verildiği içindir ki bir Mürşid-i kâmil'e ihtiyaç görülmüştür.
•
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur.
O ölmüş amma, burada ölen nefistir. Çürkü her canlı ölüme mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185 - Enbiyâ: 35 - Ankebût: 57)
Onlar ayrı kimselerdir. Allah-u Teâlâ onlara bir ruh verdiği gibi, bir de hiç kimsede bulunmayan Kudsî ruh vermiştir, ruhâniyet vermiştir, lâtifeler halketmiştir. Onlar diğer insanlardan ayrıdır. O rûhâniyet dünyada da onunladır, kabirde de onunladır, mahşerde de onunladır, cennet-i âlâ'da onunladır. Çünkü Allah-u Teâlâ onu onun için yaratmıştır. Onlar beşeriyetin görmediği mânevî yardımcılardır, destekçilerdir.
Onlar her ne kadar Berzah hayatına geçmişlerse de, onlar cennettedirler.
Bunu size ispat edelim:
Antakya halkı İsa Aleyhisselâm'ın dâvetçilerini reddetmişler, hatta öldürmek için söz birliği etmişlerdi. Bunun üzerine şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelâcele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde bulundu.
Fakat iman etmeye yanaşmayan halk, üzerine hücum etti ve onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidayete erdir." diye duâ ede ede can verdi.
Bunun üzerine taraf-ı ilâhî'den kendisine:
"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler. Bu gibi kimselerin ruhu daha o anda cennete girer.
O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve şöyle söyledi:
"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" (Yâsin: 26-27)
O, gerçekten kavminin hidayet bulmasını şiddetle arzu etmekteydi. Onun bu sözü kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir. Allah-u Teâlâ onun lisanı ile bütün beşeriyete bu gerçeği duyurmaktadır.
Allah-u Teâlâ peygamberlerinin ve has kullarının cesedlerini toprağa haram kıldığı gibi, onun vekili olan velilere de, dilediğine haram kılar. Onun vücudunu da çürütmüyor. Değil vücudun çürümesi, kefeni dahi solmuyor.
Ten elbisesi içindekine yapıştığı nispette Allah-u Teâlâ'nın nuru tene akseder. O ten nur olur, artık onu ne toprak çürütür, ne de ateş yakar.
Bunların cesedi orada durur. Ruhâniyeti çıkar, gezer, konuşur, birçok işler yapar. Demek ki onlar ölü değil, dünyada da vazife görüyor. Bir tek şu fark var ki, onların gölgeleri olmaz. Ruhaniyettir çünkü. Ricâl-i gayb'ten olduğu buradan bilinir. Amma onu kim görecek?
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği, tasarruf sahibi kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekili oldukları için Resulullah Aleyhisselâm'ın nazarı ve tasarrufu onların üzerindedir. Yani ona gelen bu hâlât Resulullah Aleyhisselâm'dan gelmektedir.
Onun vekili dahi istimdat edildiği zaman, hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişiyor. Kabirden gelen onun rûhâniyetidir, ceset değil. O da ancak Allah-u Teâlâ'nın emriyle izniyle yürür. Ceset toplulukta ise de rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın emrindedir.
Nurun özü hakkında ise Allah-u Teâlâ: "Her zaman aranızdadır." buyuruyor. İcabettiği yerde, vazife anında aranızdadır.
Hayatta olan Mürşid-i kâmil'e, sırasıyle mürşidi ve ahirete intikal etmiş diğer mürşidler daima destek verirler. İcabederse Resulullah Aleyhisselâm da destek verir.
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur. O ölmüş amma, ruhu ve rûhâniyeti ölmemiştir. Allah-u Teâlâ'nın izniyle istimdat edenleri muradlarına erdirir. Çünkü ölmediler. "İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana." buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü amma, rûhâniyet ölmedi.
Cesetleri yerdedir, rûhâniyetleri emrolundukları yerdedir. Ceset toprakta, ruh cennette, rûhâniyet iş başındadır. O gittikten sonra rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın izniyle iş başına geçer. Allah-u Teâlâ onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askerleridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır. Hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir. Daha önce kişi iş başında iken, o gittikten sonra rûhâniyet iş başına geçer. Onu Allah-u Teâlâ idare eder. O anda elli kişi müracaat etse ve dünyanın bir ucunda olsa, hepsine birden yetişir. Yetişen, onun emrinin altında bulunan lâtifelerdir. Rûhâniyet de lâtifeler de aynı o kişiye benzer. O, amma o değil. O toprakta yatıyor.
Hayatta iken insanda nefis, şeytan, ihtiyaçlar ve meşgaleler olduğu için, basireti bağlanabiliyor. Amma orada bunlar yok. Rûhâniyet kınından çıkmış kılıç gibidir, keskin bir şekilde icraat yapar.
Bu durum beşeriyetin ilmi dahilinde değildir, ancak ehline mahsustur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Ruh cennet-i âlâ'ya gitti amma, rûhâniyet yine iş görüyor. Onda iken de iş görüyordu, o ahirete gidince Allah-u Teâlâ'nın izniyle yine iş görüyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Bu gibi kimseler "Hâlet-i nezi"de taraf-ı ilâhîden şu hitapla taltif edilirler:
"Ey mutmain olan nefis! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb'ine! Gir sâlih kullarımın içine! Gir cennetime!" (Fecr: 27-30)
Bu hitap ona hem vefat anında, hem de kıyamet gününde söylenir. Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.
İnsanın cesedi yani cismâniyeti ayrı şeydir, ruh ayrı şeydir, Kudsî ruh ayrı şeydir, ruhâniyet ayrı şeydir, lâtifeler de ayrı şeydir. Bunların her birinin hârikulâde büyük vazifeleri vardır. Mükerrem olarak yaratıldığı içindir ki, insana bu lütuflar bir ikram ve ihsan olarak bahşedilmiştir.
Cismâniyet; nefis ve ruhun birleştiği bir binadır. Bu binanın içinde ulvî ve süflî kuvvetler vardır, ayrı ayrı mücadeleleri bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik." buyuruyor. (A'raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi "Ahsen-i takvim" olan insan şekline koyduk.
Bu öyle bir cismâniyet ki, kâinatta yarattığı her şeyi o cismin içine sığdırmıştır.
Daha sonra ruh verilerek yaratılış kemâle ermiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruyor. (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ulvî ruh, şekillendirilmiş balçığa inince her tarafına sirayet etti, cesette hayat ve hareket başladı. O basit gibi görünen cesede o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de buyurur ki:
"De ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu cesedi meydana getirmiş ve insanı en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle getirmiştir.
Kudsî ruh'a gelince; Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler ayrıdır. Onlar kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullardır. Kimin kalbine imanı yazarsa, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
"Allah'ım! Onu Kudsî ruh'la destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)
Kudsî ruh'la desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Bu ilâhî beyan ispat için size yeter.
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil Aleyhisselâm ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Resulullah Aleyhisselâm böyle olduğu gibi, onun vekili de işte böyle destekleniyor. Ona verilenden ona da verildiği içindir ki bir Mürşid-i kâmil'e ihtiyaç görülmüştür.
•
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur.
O ölmüş amma, burada ölen nefistir. Çürkü her canlı ölüme mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185 - Enbiyâ: 35 - Ankebût: 57)
Onlar ayrı kimselerdir. Allah-u Teâlâ onlara bir ruh verdiği gibi, bir de hiç kimsede bulunmayan Kudsî ruh vermiştir, ruhâniyet vermiştir, lâtifeler halketmiştir. Onlar diğer insanlardan ayrıdır. O rûhâniyet dünyada da onunladır, kabirde de onunladır, mahşerde de onunladır, cennet-i âlâ'da onunladır. Çünkü Allah-u Teâlâ onu onun için yaratmıştır. Onlar beşeriyetin görmediği mânevî yardımcılardır, destekçilerdir.
Onlar her ne kadar Berzah hayatına geçmişlerse de, onlar cennettedirler.
Bunu size ispat edelim:
Antakya halkı İsa Aleyhisselâm'ın dâvetçilerini reddetmişler, hatta öldürmek için söz birliği etmişlerdi. Bunun üzerine şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelâcele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde bulundu.
Fakat iman etmeye yanaşmayan halk, üzerine hücum etti ve onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidayete erdir." diye duâ ede ede can verdi.
Bunun üzerine taraf-ı ilâhî'den kendisine:
"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler. Bu gibi kimselerin ruhu daha o anda cennete girer.
O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve şöyle söyledi:
"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" (Yâsin: 26-27)
O, gerçekten kavminin hidayet bulmasını şiddetle arzu etmekteydi. Onun bu sözü kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir. Allah-u Teâlâ onun lisanı ile bütün beşeriyete bu gerçeği duyurmaktadır.
Allah-u Teâlâ peygamberlerinin ve has kullarının cesedlerini toprağa haram kıldığı gibi, onun vekili olan velilere de, dilediğine haram kılar. Onun vücudunu da çürütmüyor. Değil vücudun çürümesi, kefeni dahi solmuyor.
Ten elbisesi içindekine yapıştığı nispette Allah-u Teâlâ'nın nuru tene akseder. O ten nur olur, artık onu ne toprak çürütür, ne de ateş yakar.
Bunların cesedi orada durur. Ruhâniyeti çıkar, gezer, konuşur, birçok işler yapar. Demek ki onlar ölü değil, dünyada da vazife görüyor. Bir tek şu fark var ki, onların gölgeleri olmaz. Ruhaniyettir çünkü. Ricâl-i gayb'ten olduğu buradan bilinir. Amma onu kim görecek?
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği, tasarruf sahibi kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekili oldukları için Resulullah Aleyhisselâm'ın nazarı ve tasarrufu onların üzerindedir. Yani ona gelen bu hâlât Resulullah Aleyhisselâm'dan gelmektedir.
Onun vekili dahi istimdat edildiği zaman, hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişiyor. Kabirden gelen onun rûhâniyetidir, ceset değil. O da ancak Allah-u Teâlâ'nın emriyle izniyle yürür. Ceset toplulukta ise de rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın emrindedir.
Nurun özü hakkında ise Allah-u Teâlâ: "Her zaman aranızdadır." buyuruyor. İcabettiği yerde, vazife anında aranızdadır.
Hayatta olan Mürşid-i kâmil'e, sırasıyle mürşidi ve ahirete intikal etmiş diğer mürşidler daima destek verirler. İcabederse Resulullah Aleyhisselâm da destek verir.
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur. O ölmüş amma, ruhu ve rûhâniyeti ölmemiştir. Allah-u Teâlâ'nın izniyle istimdat edenleri muradlarına erdirir. Çünkü ölmediler. "İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana." buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü amma, rûhâniyet ölmedi.
Cesetleri yerdedir, rûhâniyetleri emrolundukları yerdedir. Ceset toprakta, ruh cennette, rûhâniyet iş başındadır. O gittikten sonra rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın izniyle iş başına geçer. Allah-u Teâlâ onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askerleridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır. Hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir. Daha önce kişi iş başında iken, o gittikten sonra rûhâniyet iş başına geçer. Onu Allah-u Teâlâ idare eder. O anda elli kişi müracaat etse ve dünyanın bir ucunda olsa, hepsine birden yetişir. Yetişen, onun emrinin altında bulunan lâtifelerdir. Rûhâniyet de lâtifeler de aynı o kişiye benzer. O, amma o değil. O toprakta yatıyor.
Hayatta iken insanda nefis, şeytan, ihtiyaçlar ve meşgaleler olduğu için, basireti bağlanabiliyor. Amma orada bunlar yok. Rûhâniyet kınından çıkmış kılıç gibidir, keskin bir şekilde icraat yapar.
Bu durum beşeriyetin ilmi dahilinde değildir, ancak ehline mahsustur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Ruh cennet-i âlâ'ya gitti amma, rûhâniyet yine iş görüyor. Onda iken de iş görüyordu, o ahirete gidince Allah-u Teâlâ'nın izniyle yine iş görüyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Bu gibi kimseler "Hâlet-i nezi"de taraf-ı ilâhîden şu hitapla taltif edilirler:
"Ey mutmain olan nefis! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb'ine! Gir sâlih kullarımın içine! Gir cennetime!" (Fecr: 27-30)
Bu hitap ona hem vefat anında, hem de kıyamet gününde söylenir. Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.