Suûd bin Abdülaziz:
Muhammed bin Abdülvehhâb'ın 1792 yılında ölmesine rağmen Vehhâbî hareketi durmadı, hatta daha da hız kazandı. Osmanlılar'ın devlet otoritesinin zayıflığından istifade eden Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular.
Abdülaziz bin Suûd bin Muhammed'in ölümüyle onun yerine geçen Suûd bin Abdülaziz, sınırlarını genişletmek için saldırılarını artırdı.
Vehhhâbîler 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke'yi ele geçirdiler.
İlk olarak Tâif'i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil oldukları için, Kur'an-ı kerim'leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i kerime'lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur'an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur'an-ı kerim'le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.
Bunu bir müslüman yapabilir mi? Asla bir müslüman bu zulmü yapmaz.
Vehhâbîler Tâif'ten sonra Mekke'yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtının doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.
Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.
Tevbe sûre-i şerif'indeki:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime'sini delil göstererek müslümanları müşrik saydığını ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme'ye sokmadı.
Vehhâbîler kalabalık yerlere tellâllar çıkartarak: "Suûd bin Abdülaziz'in dinine girin!" diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb'ın görüşlerini kabule zorladılar.
Görülüyor ki doğrudan doğruya İslâm dinine cephe aldı, Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu halde Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı geldi, Kitabullah'ı inkâr etti ve kendi dinini ilân etti.
Ey Vehhâbî bozmaları! Buna bir itirazınız var mı? Bunu hangi Âyet-i kerime ve hangi Hadis-i şerif'le izah edebilirsiniz?
Bütün bu zulümler olurken, Vehhâbîler'e karşı savaşan Şerif Galip, Osmanlı Devleti'nin yardım göndermemesine, Hicaz bölgesinin Vehhâbîler'in eline geçmesine ve Haremeyn halkının eşkiyanın esaretine düşmesine çok üzülüyordu. Bir yandan da hâlâ yardım geleceği ümidini besliyor, hatta Suûd bin Abdülaziz'i tehdit etmekten geri durmuyordu.
Ancak bütün bu tehditler Suûd'un zulmünü azaltmadı, aksine gurur ve kibrini daha da artırdı.
Bundan sonra Vehhâbî ordusu Medine'ye yöneldi. Suûd bin Abdülaziz, Medine halkına bir mektup yazarak, asırlardır hak din üzere olan müslümanları kendi dinine dâvet etti. Medine halkı bu mektup üzerine hayli korktularsa da müsbet veya menfî bir cevap veremediler. Bunun üzerine Vehhâbîler Medine üzerine yürüdüler ve halkı muhasara ederek aç ve susuz bıraktılar. Kendi görüşlerini kabul ederlerse onları affedeceğini söylediler. Onlar da başka çare kalmadığından ve en azından oyalamak için onun bu ağır tekliflerini kabul ettiler.
Vehhâbîler ilk iş olarak Medine'de ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i hadrâ'yı bıraktılar.
Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:
"Peygamber'in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid'atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır." dedi.
Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.
Zira Allah-u Teâlâ:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Âyet-i kerime'si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes'inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed'e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ'nın emrini hiçe sayıyor, hakikatin yerine bid'atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.
Medine halkı bu zulümlere sabrediyor, Vehhâbîler'i oyalamaya çalışıyordu. "Hilâfet-i İslâmiye merkezinden elbette asker gönderirler." diye düşünüyorlardı. Tam üç sene sabırla beklediler, asker gelmeyince İstanbul'a bir heyet gönderdiler. Fakat görüştükleri kimseler, durumu padişaha etraflıca bildirmediler. O sıralarda da devletin başında bir hayli gâile vardı, bunun içindir ki bu mühim husus ile ilgilenemediler.
Vehhâbîler 1811 yılında kuzeyde Halep'den Hint okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıldeniz'e kadar yayıldılar.
Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti Vehhâbîler'in bir tehlike olmaya başladığını farketti, bunlara bir "Hâricî" hareketi olarak bakıldı. Bastırmak için çabalar gösterildi, Mısır ve Bağdat valilerine emirler verildi.
Osmanlı padişahı İkinci Mahmud, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bu tehlikeyi bertaraf etmesi için görevlendirdi. Kavalalı, 1812-1813 yılında oğlu Tosun emrinde Vehhâbîler'in üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Tâif'i Vehhhâbîler'in elinden kurtardı.
Daha sonra Kavalalı bizzat kendisi, Abdullah bin Suûd'un üzerine yürüdü. Vehhâbîler her ne kadar direndilerse de, 1814'te Abdülaziz'in âni olarak ölümü üzerine bozguna uğradılar, kuvvetleri dağıldı.
1818'de Kavalalı'nın kumandanı İbrahim Paşa Der'iyye'ye giderek isyancıları bastırdı. Muhammed bin Abdülvahhab'ın oğlu Der'iyye kadısı Süleyman'ı da öldürdü. İbn-i Abdülvehhâb'ın diğer oğlu Ali de Hacc'da yakalanarak öldürüldü. Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah'ı ve çocuklarını yakalayarak İstanbul'a gönderdi. Bunlar 17 Aralık 1819'da burada idam edildiler. Böylece Vehhâbîler'in ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak Vehhâbî hareketi durmadı. Savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Suûd hânedânından Türkî bin Abdullah, Vehhâbî kuvvetlerini toplayarak Necd bölgesinde yeniden faaliyete geçti. Riyad'ı başşehir yaparak 1821'de ikinci Vehhâbî devletini kurdu.
Bu yönetim başlangıçta askeri hareketlerle, 1843'ten sonra da Osmanlı Devleti'ne tâbi olmayı kabul ederek 1891'e kadar ayakta kalmayı başardı.
Muhammed bin Abdülvehhâb'ın 1792 yılında ölmesine rağmen Vehhâbî hareketi durmadı, hatta daha da hız kazandı. Osmanlılar'ın devlet otoritesinin zayıflığından istifade eden Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular.
Abdülaziz bin Suûd bin Muhammed'in ölümüyle onun yerine geçen Suûd bin Abdülaziz, sınırlarını genişletmek için saldırılarını artırdı.
Vehhhâbîler 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke'yi ele geçirdiler.
İlk olarak Tâif'i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil oldukları için, Kur'an-ı kerim'leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i kerime'lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur'an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur'an-ı kerim'le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.
Bunu bir müslüman yapabilir mi? Asla bir müslüman bu zulmü yapmaz.
Vehhâbîler Tâif'ten sonra Mekke'yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtının doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.
Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.
Tevbe sûre-i şerif'indeki:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime'sini delil göstererek müslümanları müşrik saydığını ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme'ye sokmadı.
Vehhâbîler kalabalık yerlere tellâllar çıkartarak: "Suûd bin Abdülaziz'in dinine girin!" diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb'ın görüşlerini kabule zorladılar.
Görülüyor ki doğrudan doğruya İslâm dinine cephe aldı, Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu halde Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı geldi, Kitabullah'ı inkâr etti ve kendi dinini ilân etti.
Ey Vehhâbî bozmaları! Buna bir itirazınız var mı? Bunu hangi Âyet-i kerime ve hangi Hadis-i şerif'le izah edebilirsiniz?
Bütün bu zulümler olurken, Vehhâbîler'e karşı savaşan Şerif Galip, Osmanlı Devleti'nin yardım göndermemesine, Hicaz bölgesinin Vehhâbîler'in eline geçmesine ve Haremeyn halkının eşkiyanın esaretine düşmesine çok üzülüyordu. Bir yandan da hâlâ yardım geleceği ümidini besliyor, hatta Suûd bin Abdülaziz'i tehdit etmekten geri durmuyordu.
Ancak bütün bu tehditler Suûd'un zulmünü azaltmadı, aksine gurur ve kibrini daha da artırdı.
Bundan sonra Vehhâbî ordusu Medine'ye yöneldi. Suûd bin Abdülaziz, Medine halkına bir mektup yazarak, asırlardır hak din üzere olan müslümanları kendi dinine dâvet etti. Medine halkı bu mektup üzerine hayli korktularsa da müsbet veya menfî bir cevap veremediler. Bunun üzerine Vehhâbîler Medine üzerine yürüdüler ve halkı muhasara ederek aç ve susuz bıraktılar. Kendi görüşlerini kabul ederlerse onları affedeceğini söylediler. Onlar da başka çare kalmadığından ve en azından oyalamak için onun bu ağır tekliflerini kabul ettiler.
Vehhâbîler ilk iş olarak Medine'de ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i hadrâ'yı bıraktılar.
Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:
"Peygamber'in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid'atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır." dedi.
Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.
Zira Allah-u Teâlâ:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Âyet-i kerime'si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes'inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed'e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ'nın emrini hiçe sayıyor, hakikatin yerine bid'atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.
Medine halkı bu zulümlere sabrediyor, Vehhâbîler'i oyalamaya çalışıyordu. "Hilâfet-i İslâmiye merkezinden elbette asker gönderirler." diye düşünüyorlardı. Tam üç sene sabırla beklediler, asker gelmeyince İstanbul'a bir heyet gönderdiler. Fakat görüştükleri kimseler, durumu padişaha etraflıca bildirmediler. O sıralarda da devletin başında bir hayli gâile vardı, bunun içindir ki bu mühim husus ile ilgilenemediler.
Vehhâbîler 1811 yılında kuzeyde Halep'den Hint okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıldeniz'e kadar yayıldılar.
Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti Vehhâbîler'in bir tehlike olmaya başladığını farketti, bunlara bir "Hâricî" hareketi olarak bakıldı. Bastırmak için çabalar gösterildi, Mısır ve Bağdat valilerine emirler verildi.
Osmanlı padişahı İkinci Mahmud, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bu tehlikeyi bertaraf etmesi için görevlendirdi. Kavalalı, 1812-1813 yılında oğlu Tosun emrinde Vehhâbîler'in üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Tâif'i Vehhhâbîler'in elinden kurtardı.
Daha sonra Kavalalı bizzat kendisi, Abdullah bin Suûd'un üzerine yürüdü. Vehhâbîler her ne kadar direndilerse de, 1814'te Abdülaziz'in âni olarak ölümü üzerine bozguna uğradılar, kuvvetleri dağıldı.
1818'de Kavalalı'nın kumandanı İbrahim Paşa Der'iyye'ye giderek isyancıları bastırdı. Muhammed bin Abdülvahhab'ın oğlu Der'iyye kadısı Süleyman'ı da öldürdü. İbn-i Abdülvehhâb'ın diğer oğlu Ali de Hacc'da yakalanarak öldürüldü. Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah'ı ve çocuklarını yakalayarak İstanbul'a gönderdi. Bunlar 17 Aralık 1819'da burada idam edildiler. Böylece Vehhâbîler'in ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak Vehhâbî hareketi durmadı. Savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Suûd hânedânından Türkî bin Abdullah, Vehhâbî kuvvetlerini toplayarak Necd bölgesinde yeniden faaliyete geçti. Riyad'ı başşehir yaparak 1821'de ikinci Vehhâbî devletini kurdu.
Bu yönetim başlangıçta askeri hareketlerle, 1843'ten sonra da Osmanlı Devleti'ne tâbi olmayı kabul ederek 1891'e kadar ayakta kalmayı başardı.